İlhan Selçuk’a veda “Yaşamak güzel şey Taranta Babu”

Okuma yazmayı okulda değil, İlhan Selçuk’un köşe yazılarını okuyarak öğrenmiştim. Son 20 yılı olmasaydı ne iyi olurdu. Sevgili öğretmenime her halükarda güle güle.

PENCERE
İLHAN SELÇUK
İkisine de Eyvallah… Arabayla asfalt yolda giderken birden karşına bir levha çıkar: “Yol kapalı.” Bozulursun.. Ama yapacağın bir şey de yoktur. Bugün pazar!.. Pazartesi günü yürekten ameliyat olacağız, söylenenlere bakılırsa epey gıllıgışlı bir operasyonmuş, nalları havaya dikersek bozulmayalım, olur böyle şeyler… * Son haftalarda “nalları havaya dikmek” deyişini çok kullanmaya başladım. Benim hoşuma gidiyor; kimisi sevimsiz buluyor; ama, Türkçe mizahın başyapıtlarından biri… İnsanlarla hayvanlar arasında eşitlik de sağlıyor… Bektaşi’ye demişler ki: – Nalları havaya dikenin nesine bakarsın? – Sırtına.. demiş.. – Nasıl? – Ya eyeri vardır, ya semeri… Baba Erenler sınıfsallığı son nefeste bile unutmuyor, aşkolsun… * Gerçekte “nalları havaya dikmek” eğlencelidir, matraktır; ama, bizim temel felsefede böyle şey yok.. Ne var? Ne olacak: Enel hak… Hiçbir din felsefesinin erişemediği bir öz… Varlığın, evrenin, ruhun, maddenin, yerin, göğün, yaratanın, yaratılanın özdeşleştiği buluşmanın, birleşmenin, birliğin, tümleşmenin, eriyip kaynaşmanın dile daha yetkin ve güzel yansımasını düşünmek bile olanaksız… Ortalıkta ne nal var.. Ne semer.. Ne eyer.. Neyin ne olduğunu bilen bilir, kimsenin kimseye malumatfuruşluk yapmaya hali yok, ayvayı bu dünyada yediğin zaman her şeyi anlarsın, edebiyata gerek yok… * Erenler’e sormuşlar: – Allah neden ölmüyor?.. Yanıt: – Onun Allah’ı yok da ondan… * Eskiden Adana’da kafası kızan, Allah’a söverdi… Ama bu Allah, kişinin öfkelenip bozulduğu keratanın Allah’ıydı: – Ulan, senin Allah’ını, peygamberini, kitabını, cüdamını, yedi sülaleni, yetmiş yedi ceddini, vesaire… Cevap: – Ulan, ben de aynen seninkini… Sonra?.. Ya bıçaklar oynaşır.. Ya ayırırlar.. Şimdi kaldı mı bilmem, böyle öfkeler… * Dur bakalım, şimdiden merak etmeye başladım.. Yarın hekim takımı beni kesip biçecek, kolay iş değil, delip dikecek, ya da ben cahil kafamla öyle sanıyorum; peki ne olacak, gözümüzü tekrar açacak mıyız, yoksa ayvayı yiyecek miyiz?.. Biliyorum, şimdi kimisi diyor ki: – Aman canım, merak ettiğin şeye bak.. deli saçması… Doğrudur… Yaşamak nedir ki zaten?.. Fasa fiso… * Yaşamak nedir mi?.. Bir sabah kalktın, sevdiğin kadının gözünün altında derin bir çizgi gördün.. O da gördü mü?.. Görmez olur mu?.. Ya da henüz aynaya bakmadı.. Soru: – Yaşlanıyor muyum?.. Sen görmezlikten geldin diyelim, o düşünüyor, dupduru ten nasıl böyle oldu?.. Nasıl olmasın ki, yaşıyorsunuz. Kim bilir, belki gözü de teni de daha güzelleşti. Ama şartlanmış bir kez.. Şartlanmışsınız. Çizgilerin, yaşlılığın insana güzellik verdiğini kişinin kültürüne aşılayan estetik kültürüne erişmek için, insanların daha ne kadar yaşamalarına gerek var? 100 yıl, 1000 yıl? İlkellik daha ne kadar sürecek? Sürse de alt gözkapağının altındaki bir yeni çizginin insanı bu denli düşündürüp oyalaması, işte insanın gözeneklerine dek yaşamasıdır… Yaşamak güzel şey Taranta Babu… * Dünyanın bugünkü kepaze haline insan bozuluyor, bir yanda açlıktan ölen çocuklar, yoksullar, bir yanda sayılamayacak kadar çok kadın köleler… Öyle kadın köleler ki köleliklerinin bilincinde bile değiller… Ve bu kadınlar saraylarda yaşıyorlar… Dünya böyle kalmaz… Biz de böyle kalmayız… Hem kim kalmış ki canım.. Kim kalır ki… Çok ermiş gelmiş geçmiş bu dünyadan… Biri, 13. yüzyıl şairi Âşık Paşa… Der ki: “Acı dirliğim isteyen Tatlı dirilsin dünyaya Kim ölümüm ister ise Bin yıl ömür olsun ona” * Yine de tekerlemeye geliyorum: Nalları dikmezsem.. Daha görüşürüz… Dikersem, her ne kadar kusurumuz da olsa, affola… İkisine de eyvallah…