Bölgemizin sözde sosyalistleri CHP’ye çalıştı

Turan Cengiz (BDP) Balıkesir bölgesinde en çok Edemit’te (kendi kasabası) 1300 almış

, sonra Ayvalık 951 oy vermiş. Sonra bandırma 857,  Balıkesir Merkez’de 370, Burhaniye 462.

EMEP 154 almış Burhaniye’de, yerel seçimlerde Abdullah Varlı 2000 oy almıştı, ÖDP 1200 civarı daha önce. TKP Ayvalık’taki oyunu (66) korumuş 🙂

Yani gocuklu celep kaldırınca sopasını, bölgemizin ÖDP’li, EMEP’li, TKP’li vs. “sosyalistleri” CHP’de karar kılmışlar.

Hepsi CHP ye vermiş oyunu.

Bu yaptıklarını şimdi teori katına çıkartacaklardır, yahut yavuz hırsız misali kendilerini “çok devrimci” gösterip  işin içinden çıkmaya çalışacaklardır.

Gerçekten samimiyetle sosyalizm mücadelesi verenlerin bu insanlarla bir daha bir araya gelmeleri pek mümkün görünmüyor.

 

http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/2011MilletvekiliSecimi/GeciciSonuclar/balikesir.pdf

Ayvalık’ta yel değirmenleri yok ediliyor

Ayvalık’taki yel değirmenleri yok ediliyor. Bu konuda uzman bir kişinin makalesini ve çizimlerini paylaşıyorum.

Batı Anadolu yel değirmenleri (Cumhuriyet Gazetesi’nden alımıştır)

M. Suat Çakmak (*)

Bugün Batı Anadolu’nun birçok yöresinde yıkılmış taş duvarlarını gördüğümüz yel değirmenleri, antik çağlardan beri çeşitli uygarlıkların rüzgâr enerjisi ile olan ilişkilerinin ve uygulamalarının günümüze kalan izleridir. Tabii ki dünyanın birçok yerinde insanlar bu enerjiden faydalandılar ve aynı maksatla değirmenler kurdular, ancak antik dünyanın yaşadığımız bu Akdeniz bölgesinde (Türkiye, Yunanistan, Ege Denizi ve Adalar, Mısır, Suriye vs.) bu rüzgâr makinelerinin teknolojik olarak uygulanış şekli, özellikle yelkenlerden (kanatlarda) ayrı bir özellik taşır. Rüzgâr makineleri geniş çapta tahıl tanelerini öğütmek maksadı ile değirmen olarak kullanıldığı gibi, nadiren bostan kuyularından su çıkarmak amacı ile de kullanıldılar.

İzmir’in Çeşme yarımadası genellikle çok rüzgârlı bir bölgedir, dolayısı ile bu yörede yel değirmenleri bol bol kullanıldı, izleri Çeşme’de, Alaçatı’da ve civar köylerde rahatlıkla görülebilir. Bugün bunlardan bazılarının kule duvarları tamir edilmiştir ama ne yazık ki bilinçsizce yapılan bu tamiratlarda değirmenlere ait bazı özellikler de kaybolmuştur.

Yazımıza konu olan yel değirmeni, Çeşme Çiftlik Köyü’nü geçtikten hemen sonra deniz kenarında, yukarıda bahsedildiği gibi duvar tamiratından nasibini almış, taş bir kule olarak durmaktadır.

Takriben en az 15 yıl kadar önce bu değirmen üst tarafı çökmüş fakat bütün mekanizması tamam olarak duruyordu (Bkn. fotoğraf 1). Bundan yararlanarak o tarihlerde değirmenin statik ve mekanik bütün parçalarının etüdünü yaptım ve konstrüksüyon ile imalat resimlerini çizdim (bu resimlerle bugün aynı konstrüksüyon yapılabilir). Zannediyorum, bu ve buna benzer civardaki değirmenler, 1800 yıllarında veya daha eski dönemde yapıldılar. Bu tarihlerde Avrupa’da sanayi hareketleri ve teknolojik uygulamalar makineye dönüşmüştür, ancak bu hareketler Anadolu’dan henüz çok uzaktır. Bu nedenle yel değirmenleri mekanizmaları da bir makine teknolojisinin değil, tamamen el işçiliği ürünüdürler. Malzeme olarak büyük oranda tahta, çok az yerde bağlantı elemanı olarak demir kullanılmıştır. Değirmenlere bu açıdan bakıldığı takdirde, sadece el işçiliği ile böyle bir mekanizma yaratmak, saygı duyulacak bir olaydır.

Günümüzün teknolojisine göre yapılmış benzeri rüzgâr pervanelerinde, 10 metre çaplı bir pervane ve 10 m/s (36 km/saat) rüzgâr hızı için, pervane kanatlarının rüzgâra karşı meydana getirdiği etki alanına göre, beher m2 alan için 0.83 B.G. (Beygir Gücü) elde edilmesi hesaplanabilir. Bizim Çiftlik Köy yeldeğirmeninin yelken kanatlarının dönme çapı 10 metre ve etkili projeksiyon alanı ise yaklaşık 75 metrekaredir. (Yelkenlerin en dış dönme çapı 10 m, göbekte yelken olmayan boş alan çapı ise 2 m’dir. 75 m2 alan buna göre hesaplanmıştır.)

Genelde yörede 36 km/saat rüzgâr hızının olması normaldir. Bu şartlara göre elde edilecek toplam güç 0,83 x 75 = 62 B.G. ise de zamanın basit teknolojisi ile imal edilmiş sistemde haliyle verim daha düşük olacaktır. Bunun değerini kestirmek zor olmakla beraber yararlanılabilen gücü 50 B.G. kabul etsek bile yine de küçümsenmeyecek bir değerdir. (1000-1200 cc. küçük arabaların da gücü yaklaşık bu değerdedir.)

RESİM AÇIKLAMASI

Sistemin çalışma şekli ve uygulanan teknolojik yöntemler: (Perspektif resim)

Değirmen kulesi (1), dış taban çabı 6 metre, yukarı doğru hafif konik olarak yükselen ortalama duvar kalınlığı 1 m yöre taşlarından örülerek yapılmıştır. İç kısımda duvara bitişik olarak yine taştan örülerek servis platformuna (15) kadar yükselen taş bir merdiven vardır. Taş kulenin üst düzeyinde, duvarla sağlam bir şekilde birleştirilmiş taban tahtası (2) çevrilmiştir. (2) numaralı taban tahta çemberinin üzerine ise asıl fonksiyonel olan ve o nisbette daha özgün işlenmiş olan kızak çember tahtası (3) sıkı olarak bağlanmıştır. Sabit alt kızak tahta çemberinin üzerine döner hareketli olan üst kızak tahta çemberi (4) gerekli konstrüksiyon özellikleri ile (yatay kayma ve yukarı kalkma gibi dış etkilerle meydana gelebilecek hareketlerin meydana gelmemesi bakımından) monte edilmiştir.

(4) numaralı hareketle kızak çemberine (5) ve (6) ana mil yatakları vasıtası ile, anamil (7) ve buna bağlı (8) büyük dişli çark, yelken direkleri ve yelken kanatları takımı (17, 18, 19) ve ayrıca kule çatısı (16) bağlanmıştır. Yelken kanatlarının rüzgâra karşı konumda olmaları tabii ki sisitemin verimliliği bakımından çok önemlidir, bu bakımdan özel olarak bu değirmende bir yönlendirme tertibatı yapılmıştır. (3) numaralı sabit alt kızağın iç tarafına dişli çark dişleri konulmuştur (20) , bu dişlerle çalışacak küçük dişli çark ise (4) numaralı hareketli kızağa bağlı kalaslara monte edilmiştir. Küçük dişli çark bir el kolu vasıtası ile döndürüldüğü takdirde, üst hareketli kızağa bağlı bütün sistem, (9) numaralı küçük dişli çarkın ekseni etrafında döner. Dönüş açısı yapılan ölçümde takriben 130° bulunmuştur ki bu da verimlilik bakımından bir hayli önemlidir.

Yelken direkleri iki grup halinde (17 ve 18) (7) numaralı ana mile 60°’lik açılarla ve gruplar arasında 80 cm aralıklarla takılmışlardır, ancak iki grup arasında 10 veya 15° açılık bir faz farkı vardır, yani iki grup arasında aynı eşdeğer direkler aynı düzlem içine düşmeyip 10, 15°’lik bir fark oluştururlar, bunun sebebi yelkenin alt kısımlarında da rüzgâr doğrultusuna göre hareket açısını çoğaltmaktır. Yelkenler üçgen biçiminde eşdeğer direkler arasına gerildiği takdirde (örneğin 17a ve 18a.. . gibi) rüzgâra karşı aynı zamanda anamil ekseni doğrultusuna göre ortalama 80°’lik bir açı meydana getirirler. Böylece örneğin 10 m/sn’lik bir rüzgâr hızında yelkenlerin ve dolayısı ile anamil (7) ile ona bağlı büyük dişli çarkın (8) dakikada 8 ve değirmen taşının (10) dişli çarklar hız oranına göre 40 devir civarında dönmesi gerekir.

(7) numaralı anamil, yekpare olarak bir ağaç kütüğünden şekillendirilerek yapılmıştır, yelken direklerinin ön kısmına ayrıca daha küçük çapta bir direk ilave edilerek bunun ucundan yelken direkleri rüzgâr kuvvetine göre gerdirilmiştir. Anamili taşıyan (5) ve (6) numaralı yataklar yine ağaçtan iki parça olarak imal edilmiş ve (4) numaralı hareketli kızak çemberine sıkı olarak monte edilmiştir. Yatak parçaları birbirine demir çemberlerle bağlanmışlardır. Anamilin üzerine mekanizmanın en önemli parçalarından biri olan büyük dişli çark (8) bağlanmıştır. Büyük dişli çarkın, kırılma, tamirat ve yenileme gibi sebeplerden ötürü icabında sökülebilmesi ve yerine takıldığı takdirde de Anamille arasında en ufak bir boşluğun olmaması gerekir. Tamamen ağaçtan yapılmış olan büyük dişli çarkta bu özellikler, şekilde görüldüğü gibi boşlukların alınması göbek kalaslarında kamalarla, göbek kalaslarının dişli çark çemberine bağlantısı ise pimlerle gerçekleştirilmiştir. Çarkın diş merkezleri çapı 2 metre olup üzerine yine tahtadan yapılmış 60 adet dişli çakılmıştır. Bu dişler icabında sökülebilir ve değiştirilebilir. Büyük dişli ile çalışan küçük dişli (9) ise 11 diş adedinde olup demirden yapılmış bir mile bağlanmış bu mil aynı zamanda üst değirmen taşına da (10) bağlı olup hep beraber dönerler. Mil altta sabit olan değirmeş taşına (11) ve üstte (4) numaralı döner kızağa bağlı kalasa yataklanmıştır. Sistemin sabit olan yüklerini değirmen kulesine geçirilmiş olan iki adet kalas taşır (14) . Öğütülmüş olan tahıl unu (13) numaralı oluk vasıtası ile aşağıya akıtılır.

Bugün aynı yarımadada, aynı rüzgârlar geçmişin dinozorlarının kalıntılarını yalayarak yeni doğan pervanelere güç veriyorlar.

(*) Tasarımcı, emekli mekanik profesörü

buy kamagra 100mg

2011 Genel Seçimlerinde Ayvalık

Parlamenter sistem ne derece demokratikse, ancak o kadar demokratik olabilen bir seçime gidiyoruz.

Burjuva devrimleriyle dünya ölçüsünde yaygın olarak “demokrasinin biricik göstergesi” sayılan parlamento seçimleri geldi çattı.

Benim için yönetme/yönetilme gibi kavramlar bile ortadan kaldırılması gereken şeyler olduğundan, bizi yönetecekleri belirli bir süre için ve belirli yetkilerle seçmek son derece sorunlu.

 

Türkiye’deki eksik-hatalı biçimi boş verip, mesela İsveç’teki “mükemmel” biçimini ele alalım. Bir milletvekili gerçekten neyi temsil eder? Neye göre karar verir? Yasama, denetleme görevlerini hangi kıstaslara göre yapar?

Rüşvet, iltimas, kayırma yok mudur? Bir vekilin seçilmesi için gereken maddi güçler nelerdir ve bunları kimler sağlayabilir?

Tahmin edileceği üzere en mükemmel görünen ülkelerde bile parlamenter sistem baştan ayağa yanlışlarla doludur. İsviçre’de uygulanan kısmi “doğrudan” sistemde ise kararların ve karar alıcıları yönlendirenlerin ne derece tarafsız oldukları, kimin ve hangi çıkarın savunucuları olduklarını ayrı ayrı sorgulamak gerekir aslında.

 

Geçmişin sosyalist uygulamalarında belirli zamanlarda, burjuva demokrasisini aşan bazı hedeflere ulaşılmıştır. Bu konuda haksızlık yapmayalım. Ne olursa olsun, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı bir siyasal iklim, önemli olanaklar sunmuştu. Bununla birlikte bu sosyalist deneylerde bu olanaklar iyi kullanılmamış, berhava edilmiştir. Gerek devrimci önderliğin toplumun ortak iradesine ilişkin kuşkulu bakış açısı, gerekse burada sayılması uzun yer alacak diğer nedenler; süreç içinde toplum ile rejim arasındaki yabancılaşmayı arttırmış, sosyalist sistemin kendini yenileme potansiyelini ortadan kaldırmıştı.

 

Yukarıdaki girişi yapma gerekliliğimin, Ayvalık şehrine ilişkin bir değerlendirmenin sınırlarını aştığı düşünülebilir; ama gene de gerekli olduğu fikrindeyim.

 

Yerel seçimlere ilişkin Ayvalık’ı analiz etmek birkaç değişken iyi takip edildiğinde çok kolaydır. 1- Zeytin tröstleri ne istiyor? 2- Arsa-emlak piyasası ne istiyor? 3- Turizm şirketleri ne istiyor? Bu soruları cevaplayan Ayvalık’taki mahalli seçimleri kolaylıkla analiz edebilir.

Genel seçimler ise bütün bu değişkenlerin üzerine bölge, ülke ve tabii dünya çapındaki gelişmeleri de koymak gerekliliği taşıyor.

 

Dünya çapında neo-liberal politikaların çöktüğü, sorgulandığı, vazgeçildiği, karşı çıkıldığı bir döneme girdik. Bizzat bu politikaların savunucuları bile bunu itiraf ediyorlar. Latin Amerika’daki kopuşlar ve nihayet Arap Devrimleri neo-liberal politikaların artık böyle devam edemeyeceklerini gösterdi.

AB içinde öncelikle, Yunanistan, Portekiz ve İrlanda’yı vuran, şimdilerde de İspanya’yı vurma emareleri gösteren kriz artık yeni bir döneme girdiğimizi bize anlatıyor.

 

Türkiye’deki egemen sınıflar ve onların bizatihi temsilcisi düzen partileri henüz bu gidişin farkında değiller.

 

Bu yüzden bazı sosyalist parti ve kişileri bir yana bırakırsak, parlamento seçimlerinde aykırı bir sese rastlamak imkansız.

 

Neo-liberal politikaların Ayvalık’taki en önemli yansımaları nelerdir?

 

1- Toprak Ayvalık’ta bir tarımsal/doğal üretim aracı olmaktan çıkarılmış, inşaat firmaları ve turizm rantiyecileri tarafından bir yatırım aracına çevrilmiştir. Bu da yoksul Ayvalıklıları gün geçtikçe ekonomik/siyasi hayatın dışına itmiştir/itmektedir. Ayvalıklar yoksulluk ve açlık sınırında inmişlerdir.

2- Zeytinlikler çeşitli nedenlerle birkaç kişinin elinde toplanmış, bu da daha önce nispeten daha adil olan gelir adaletini muazzam derecede bozmuştur.

3- Şehrimizden gençler göç etmekte, şehrimiz ise Kürt meselesinden kaynaklı nedenlerle kısmen göç almaktadır. Bu da büyük bir ekmek paylaşımı sorununu gündeme almakta

buy kamagra 100mg

, etnik çatışmaya önemli bir zemin hazırlamaktadır.

4- Komili’nin işçileri işten atıp, yerine taşerona bağlı işçileri almasıyla başlayan (1992) süreç artık tamamlanmış. 30 bin nüfuslu kasabamızda, birkaç kamu kurumu dışında tüm işler taşeronlar tarafından yaptırılır olmuştur. Sendikalaşma, Eğitim-Sen, SES gibi birkaç kamu sendikası dışında etkisiz, kağıt üzerinde bir hale bürünmüştür.

5- Ülke çapında üretici birliklerinin tasfiyesini öngören 2000 yılındaki yasayı takiben, Ayvalıklı küçük çiftçi TARİŞ’le olan bağlarını büyük ölçüde koparmış, tüccarın eline düşmüştür. TARİŞ giderek bölgemizdeki muazzam mal varlığını rantiyeye çevirmeye çalışan bir kurum haline gelmiştir.

6- Mübadele sonrası 4 kuşağın artık malların son defa bölünmesi, ya da uygun bir fiyatla başkalarına satılması durumu söz konusudur, bu da Ayvalık’taki demografik/kültürel yapıyı tam olarak sona erdirecektir.

 

 

İşte seçimlere bu atmosferde gidiyoruz.

Hiçbir düzen partisi yukarıda saydığım gerçekleri önüne alarak çözüm önerisi getirmiyor, getiremez de zaten ! Öyle olsa onlara “düzen partisi” denmezdi !

 

Ayvalıklı yaşadığı bu gerçekler, elbette bölge, ülke ve dünya gerçekleri ışığında gidecek sandık başına. Seçmenler ne yazık ki, kendilerini bu açmazlardan kurtaracak olanlara değil, bu açmazları bir biçimde devam ettirecek olanlara oy vermeye koşullu olarak gidecekler sandığa. Bir şey değişmeyecek yani.

Taaa ki kendi geleceklerini kendi ellerine alana kadar.

 

 

Ayvalık’ta nükleer atık mı var ?

Aşağıda TAEK’in sitesinden alınma çizelgede en fazla radyasyonun Ayvalık’ta olduğu görülüyor.

Acaba yetkililer her zaman olduğu gibi bizden bir şey mi gizliyor?

1 – ADANA-SEYHAN = 70 nSv/h

2 – ADANA-KOZAN = 60 nSv/h

3 – ADIYAMAN-MERKEZ = 40 nSv/h

4 – AGRI-MERKEZ = 160 nSv/h

5 – AGRI-DOGUBAYAZIT = 80 nSv/h

6 – AMASYA-MERKEZ = 80 nSv/h

7 – ANKARA-YENIMAHALLE-TAEK = 70 nSv/h

8 – ANKARA-NALLIHAN-CAYIRHAN = 110 nSv/h

9 – ANTALYA-MURATPASA = 60 nSv/h

10 – ANTALYA-ALANYA = 90 nSv/h

11 – ANTALYA-KAS = 50 nSv/h

12 – ARTVIN-MERKEZ = 80 nSv/h

13 – ARTVIN-HOPA = 50 nSv/h

14 – AYDIN-KUSADASI = 120 nSv/h

15 – BALIKESIR-MERKEZ = 160 nSv/h

16 – BALIKESIR-AYVALIK = 190 nSv/h

17 – BITLIS-TATVAN = 130 nSv/h

18 – BOLU-MERKEZ = 70 nSv/h

19 – BURDUR-MERKEZ = 120 nSv/h

20 – BURSA-MUDANYA = 100 nSv/h

21 – BURSA-ORHANELI = 100 nSv/h

22 – CANAKKALE-MERKEZ = 120 nSv/h

23 – CANAKKALE-CAN-18 MART TERMİK SANTRALI = 130 nSv/h

24 – DENIZLI-MERKEZ = 120 nSv/h

25 – DIYARBAKIR-BAGLAR = 70 nSv/h

26 – EDIRNE-MERKEZ = 90 nSv/h

27 – EDIRNE-LALAPASA = 90 nSv/h

28 – EDIRNE-UZUNKOPRU = 110 nSv/h

29 – EDIRNE-KESAN = 50 nSv/h

30 – ELAZIG-MERKEZ = 70 nSv/h

31 – ESKISEHIR-TEPEBASI = 80 nSv/h

32 – GAZIANTEP-SEHITKAMIL = 60 nSv/h

33 – GIRESUN-MERKEZ = 110 nSv/h

34 – GUMUSHANE-MERKEZ = 150 nSv/h

35 – HAKKARI-MERKEZ = 90 nSv/h

36 – HAKKARI-SEMDINLI = 100 nSv/h

37 – HAKKARI-YUKSEKOVA = 100 nSv/h

38 – HATAY-MERKEZ = 30 nSv/h

39 – HATAY-ISKENDERUN = 40 nSv/h

40 – MERSIN-AKDENIZ = 60 nSv/h

41 – MERSIN-GULNAR-AKKUYU = 60 nSv/h

42 – MERSIN-ANAMUR = 70 nSv/h

43 – ISTANBUL-KUCUKCEKMECE-CNAEM = 70 nSv/h

44 – IZMIR-KONAK = 80 nSv/h

45 – KARS-MERKEZ = 120 nSv/h

46 – KARS-DIGOR = 160 nSv/h

47 – KARS-SARIKAMIS = 170 nSv/h

48 – KARS-AKYAKA = 100 nSv/h

49 – KASTAMONU-MERKEZ = 50 nSv/h

50 – KASTAMONU-INEBOLU = 50 nSv/h

51 – KAYSERI-BUNYAN = 110 nSv/h

52 – KIRKLARELI-MERKEZ = 140 nSv/h

53 – KIRKLARELI-KOFCAZ = 80 nSv/h

54 – KIRKLARELI-LULEBURGAZ = 60 nSv/h

55 – KONYA-SEYDISEHIR = 140 nSv/h

56 – KUTAHYA-TAVSANLI-TUNCBILEK = 80 nSv/h

57 – MALATYA-MERKEZ = 80 nSv/h

58 – MANISA-SOMA = 120 nSv/h

59 – KAHRAMANMARAS-MERKEZ = 30 nSv/h

60 – KAHRAMANMARAS-ELBISTAN = 90 nSv/h

61 – MARDIN-MERKEZ = 70 nSv/h

62 – MUGLA-MERKEZ = 50 nSv/h

63 – MUGLA-MARMARIS-AKSAZ = 40 nSv/h

64 – MUGLA-MILAS = 80 nSv/h

65 – MUGLA-YATAGAN = 70 nSv/h

66 – MUGLA-MILAS-KEMERKOY = 60 nSv/h

67 – MUGLA-MILAS-YENIKOY = 70 nSv/h

68 – NIGDE-MERKEZ = 100 nSv/h

69 – ORDU-UNYE = 80 nSv/h

70 – RIZE-PAZAR = 90 nSv/h

71 – SAKARYA-ADAPAZARI = 70 nSv/h

72 – SAMSUN-ILKADIM = 60 nSv/h

73 – SIIRT-MERKEZ = 100 nSv/h

74 – SINOP-MERKEZ = 60 nSv/h

75 – SIVAS-KANGAL = 90 nSv/h

76 – TEKIRDAG-MERKEZ = 50 nSv/h

77 – TRABZON-MERKEZ = 70 nSv/h

78 – SANLIURFA-MERKEZ = 10 nSv/h

79 – SANLIURFA-SIVEREK = 100 nSv/h

80 – SANLIURFA-CEYLANPINAR = 50 nSv/h

81 – USAK-MERKEZ = 130 nSv/h

82 – VAN-MERKEZ = 90 nSv/h

83 – VAN-CALDIRAN = 110 nSv/h

84 – VAN-MURADIYE = 110 nSv/h

85 – VAN-OZALP = 70 nSv/h

86 – VAN-BASKALE = 150 nSv/h

87 – ZONGULDAK-MERKEZ = 70 nSv/h

88 – ZONGULDAK-MERKEZ-CATALAGZI = 80 nSv/h

89 – BAYBURT-MERKEZ = 90 nSv/h

90 – KARAMAN-MERKEZ = 80 nSv/h

91 – BATMAN-MERKEZ = 100 nSv/h

92 – SIRNAK-MERKEZ = 80 nSv/h

93 – ARDAHAN-MERKEZ = 120 nSv/h

94 – IGDIR-MERKEZ = 70 nSv/h

95 – IGDIR-ARALIK-ALICAN = 80 nSv/h

96 – IGDIR-ARALIK = 60 nSv/h

97 – IGDIR-ARALIK-GAZILER = 80 nSv/h

98 – IGDIR-KARAKOYUNLU = 60 nSv/h

99 – IGDIR-TUZLUCA = 80 nSv/h

100 – KARABUK-MERKEZ = 50 nSv/h

 

NatoKafa- (να το κεφαλι να το ηουκλεαρ)

Ayvalık Yuva Derneği üyeleri ve “piknik tüpleri “ Türkiye’de yapılması planlanan nükleer santralleri protesto etmek amacıyla Ayvalık Cumhuriyet Meydanı’nda bir eylem gerçekleştirdi. Eylemci “piknik tüpleri”, üzerinde “Na to Kafa, Na to Nükleer” yazan ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın karikatürü bulunan dövizler taşıdı.

Japonya’da meydana gelen nükleer felaket, bir kez daha bu teknolojinin bütün gezegeni ve insanlığı tehdit edecek büyüklükte bir risk içerdiğini gösterdi. Buna rağmen geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, Rusya’ya giderek milyarlarca dolar karşılığı bütün Türkiye halkının hayatını riske atacak bir nükleer santral yapımı için söz verdi. Üstelik bu riski evlerimizde kullandığımız tüplerin riskiyle karşılaştırarak.

Bilimsel raporlar, Avrupa, Türkiye ve Kuzey Afrika’da yapılacak yatırımlarla bu bölgenin bütün elektrik ihtiyacının 2050 yılına kadar sadece rüzgar ve güneş enerjisiyle ve enerjinin etkin kullanımı karşılanabileceğini gösteriyor(1). Bu, iklim değişikliğinin etkilerini sınırlandırdığı gibi

generic levitra

, nükleer santralleri de tamamen gereksiz kılıyor.

Yuva Derneği adına konuşan Özgür Öztürk şunları söyledi: “Türkiye halkı ülkesinde bir nükleer santralle yaşamak istemiyor. Aynen İtalya ve Yunanistan halkları gibi. Buna rağmen her on yılda bir bu konu tekrar tekrar gündeme getiriliyor. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, aynen Irak’a asker gönderme tezkeresinde olduğu gibi bu konuda da, “halka rağmen-halkın canı pahasına” politikalarını sürdürüyorlar. Hükümeti İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de nükleer santrallerin yapılmasının sonsuza kadar yasaklanması için halk oylamasına gitmeye çağırıyoruz.”(2)

(1)http://www.pwc.co.uk/eng/publications/100_percent_renewable_electricity.html

(2)İtalya ve Yunanistan daha önce nükleer santral yapımını referandumla yasaklamıştı. Halen bu ülkelerde nükleer santral bulunmuyor.

(3)Yuva Derneği 2010 yılında Ayvalık’ta kuruldu. Yuva Derneği’nin amacı, Dünya gezegenindeki yaşamı bütün çeşitliliğiyle koruma çalışmalarına katkıda bulunmak ve doğayla uyumlu bir yaşamı savunmaktır.

Hossam El-Hamalawy: Mısır devrimi on yıldır oluşmaktaydı

 

 

 

 

Hüsnü Mübarek’in korku duvarı, insanlar başkalarının da arzularını paylaştıklarını görebildikleri zaman çökmeye başladı.

 

1990’larda birileri Hüsnü Mübarek’in ismini sadece fısıldayabilirdi. Telefon konuşmalarında politik konuşmalardan veya şakalardan kaçınılırdı. Bu yıl milyonlarca Mısırlı yaşlanan tiranlarına karşı 18 gün boyunca mücadele etti, kendilerine gaz bombası atan, plastik ve gerçek mermi sıkan polis güçlerine göğüs gerdi. Mısır’daki insanlar korku duygularını kaybettiler, ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. Mısır devrimi, 25 Ocak 2011’de olup bitmekten ziyade, geçtiğimiz on yıl boyunca mayalanan bir sürecinin sonucudur –2000 yılı sonbaharında Filistin intifadası ile dayanışma amacıyla yapılan protestoların zincirleme reaksiyonu.

 

Mübarek’in demir yumruk yönetimi ve 1990’larda yönetim ile İslamcı militanlar arasındaki kirli savaşın patlak vermesi, sokaktaki muhalefetin ölümüne yol açtı. Kamusal toplantılar ve sokak protestoları yasaklandı ve gerçekleşmeleri halinde şiddetle karşılaştı. Grevcilere karşı gerçek mermiler kullanıldı. Sendikalar hükümet kontrolüne girdi.

 

Ancak Eylül 2000’de Filistin intifadasının patlak vermesinin ardından on binlerce Mısırlı protesto için –muhtemelen 1977’den beri ilk kez- sokaklara çıktı. Bu göstericiler Filistinlilerle dayanışma içinde olmalarına rağmen kısa sürede rejim karşıtı bir boyut kazandılar ve barışçıl protestolasrı bastırmak için polis ortaya çıktı. Bununla birlikte başkan, tabu konusu olarak kaldı ve Mübarek karşıtı sloganlar nadiren duyuldu.

 

Protestocuların hep birlike başkana karşı slogan attıklarını ilk duyduğum zaman olarak Nisan 2002’de Kahire Üniversitesi çevresindeki Filistin’i destekleyen isyanı hatırlıyorum. Protestocular, kötü şöhretli güvenlik güçleri ile çatışırken Arapça “Hüsnü Mübarek, Ariel Şaron’un aynısı” sloganını attılar.

 

Öfke, Mart 2003’te Irak savaşının başlaması ile birlikte daha geniş çapta patladı. 30 binden fazla Mısırlı Kahire’nin merkezinde polisle çatıştı, kısa bir süre için Tahrir Meydanı’nı ele geçirdi ve Mübarek’in fotoğraflarının olduğu billboardları yaktı.

 

El Cezire ve diğer uydu kanalları tarafından yayınlanan Filistin ayaklanması görüntüleri veya Irak’taki ABD öncülüğündeki saldırı, tüm Mısır’daki eylemcilerin korku duvarını tuğla tuğla yıkmasını teşvik etti. Filistin destekçisi ve savaş karşıtı kampanyacılar, devlet başkanı ve ailesi ile dövüşen Kifaya Hareketi’ni 2004 yılında faaliyete geçirdi.

 

Fakat Kifaya, işçi sınıfı ve kent yoksulları arasında kitlesel destek bulmakta başarısız oldu, Kifaya’nın hem sosyal, hem anaakım medyayı kullanması ülkedeki politik kültürün değişmesine yardım etti. Milyonlarca Mısılı evlerinde otururken bu genç gözüpek eylemcilerin, bir on yıl önce tasavvur edilemeyecek biçimde Kahire’nin merkezinde başkanla dalga geçişlerini, sloganlarla pankart taşıyışlarını izleyebildi.

 

Aralık 2006’da, Nil Deltası’ndaki Mahalla şehrinde bulunan Orta Doğu’nun en büyük tekstil imalathanesindeki işçiler greve gitti. Eylem, endüstriyel mücadeledeki baskında ve IMF ve Dünya Bankası’nın lütfu olan neo-liberal programın saldırganlığından kaynaklanan yirmi yıllık sûkunetin ardından geldi. İşçilerin medyada geniş biçimde yer alan zaferlerinin ardından tekstil sektörü, Mahalla’dakilerin kazanımlarını aynılarını talep eden başka imalathanelerdeki işçilerle bir grev dalgası içinde kayboldu. Endüstriyel militanlık, kısa sürede ekonominin diğer sektörlerine yayıldı. Hem sosyal medya, hem de anaakım medya tarafından yaynlanan grev görüntüleri, milyonlarca işçinin aşama aşama korkularının üstesinden gelmesi ve diğer sektörlerdeki grevlere dair zafer haberlerinden ilham alarak protestolar örgütlemeleri anlamına geldi. 2007’deki grev dalgasını yazan bir gazeteci olarak grevcilerden sıklıkla şunu duydum: “Mahalla’dan duyduklarımızın ardından harekete geçmek için yüreklendik.”

 

Bazıları tarafından sadece ekonomik olduğu şeklinde dudak bükülmesine karşın, grev özü itibariyle politikti. Nisan 2008’de Mahalla’da, ekmek fiyatı nedeniyle mini bir isyan gerçekleşti. Güvenlik güçleri, ayaklanmayı iki günde bastırdı, geride üç ölü, yüzlerce tutuklu ve işkenceye maruz kalmış insan kaldı. “Mahalla İntifadası” olarak bilinir hale gelen şeyden görüntüler, Mübarek posterlerini indiren, sokaklarda polislerle çatışan ve en çok nefret edilen Ulusal Demokratik Parti’nin sembollerini hiçe sayan göstericilerle 2011’de gerçekleşenler için bir kostümlü prova teşkil etti. Kısa süre sonra Nil Deltası’nın kuzeyinde bulunan El-Borollos kentinde benzer bir ayaklanma gerçekleşti.

 

Söz konusu ayaklanmaların bastırılmasına rağmen ülke günlük olarak grevlere, işçilerin oturma eylemlerine ve Kahire merkezi ile diğer şehirlerde eylemcilerin küçük gösterilerine şahit olmaya devam etti. 2010 ilkbaahar ve kışında protestolar düzenleyen işçiler, ülkedeki köşe yazarlarının “Kahire’nin Hyde Parkı” şeklinde tanımladıkları biçimde parlamento çevresini işgal etti.

 

Devlete karşı söz konusu günlük ekonomik ve politik mücadeleler, şayet herhangi bir zamanda var olduysa, Mübarek rejiminin meşruiyetinin aşınması anlamına geldi.

 

Ekim 2010 itibariyle, kesinlikle ortalıkta dolaşan bir şeyler vardı. İşe giderken şurada burada bir grevle karşılaşmak normal hale gelmişti. Evden işe giden devlet memurları, Kahire merkezinde küçük protestolar düzenleyen eylemcilerin önünden geçiyordu. Bakıyorlardı ve çok nadiren tepki gösteriyorlardı. Ancak günlük ihtilafın görsel sunumlarına şahit oluyorlardı.

 

Sonra Tunus kendi isyanını yaptı

, tiranı devirdi ve daha önemlisi devrim, yine ağırlıklı olarak El Cezire tarafından Mısır ve başka yerlerdeki milyonlarca izleyiciye yayınlandı. Bu, çok sayıda katalizörden sadece biriydi –günlük polis vahşeti vakaları başkalarını temin etti.

 

25 Ocak 2011’de başlayan ayaklanma, korku duvarının ufak ufak yıkıldığı uzun bir sürecin sonucuydu. Bunun anahtarı, alandaki eylemlerin mümkün olan en geniş seyirci kitlesine görsel olarak nakledilmesiydi. Hiçbir şey, birinin korkusunun aşınmasına, başka yerlerde kendisiyle aynı özgürük arzusunu paylaşan ve harekete geçen başkalarının olduğunu bilmekten daha çok yardım edemez.

 

 

http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2011/mar/02/egypt-revolution-mubarak-wall-of-fear adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Kaynak : Gerçeğin Günlüğü-

Tren Ayvalık’a yaklaşıyor

İzmir Belediyesi’nin, Cumaovası-Aliağa Banliyö treni hizmete girdi.

Şu an her saati 5 dakika geçe

buy-kamagra-oral-jellies.com

, sabah 5’dan gece 10’a kadar tren seferleri var Aliağa’dan İzmir’e. Aynı şekilde Cumaovası’ndan da her saat başı Aliağa’ya seferler var. İleride bunların yarım saatte bire indirilmesi söz konusu. Ayrıca Halkapınr’da inip gene bir bedel ödemeden Bornova’ ya da Üçkuyular istikametine aktarma yapabiliyorsunuz.

 

“Bunun Ayvalık’la ilgisi nedir” derseniz şu: İzmir, Ayvalık insanının en çok işinin düştüğü yer. Mecbur kalmadıkça kimse Balıkesir’e gitmez.

 

İzmir’e gidiş için ise, deniz yolu bilerek ve isteyerek, yıllar önce yok edildiğinden tek yol vardır : karayolu. Karayolu ise bir tek firmanın pahalı, kalitesiz tekelinde. Gerçi bu tekel bir parça kırıldı, ama özde gene bir şey değişmedi.

 

Ayvalık-İzmir 15 lira. Rekabet nedeniyle bir firma 13’e düşürdü. Elbette bir süre sonra o da 15 yapacaktır. Yani eski tas eski hamam.

 

Bir sorun var Ayvalık-Aliağa da 15 lira. Yani Aliğa’da inip banliyö treniyle 1 lira 75 kuruşa İzmir’in istediğiniz yerine 1 saat içinde gitmek isterseniz bişey değişmiyor.

Bu parayı vereceksiniz yani.

Fazladan 1 saat otobüs yolculuğu yapıp, ihtimal zaten vereceğiniz şehiriçi ulaşım ücretini de göz önüne aldığınızda Aliağa’da inmek en doğrusu.

 

 

Kısacası Aliağa’dan İzmir’e gidip, dönmesi toplam 3,5 lira. 30 civarında durakta durduğu halde trenle, gideceğiniz yerin en yakınına hızlı ve doğrudan varıyorsunuz.

Ayrıca servis, belediye otobüsü, metro derdiniz olmuyor.

 

Otobüs firmalarının Aliağa için farklı bir fiyat vermemeleri anlaşılır şey değil. İlla ve illa insanları otobüslerin ilkelliğinde bir saat daha taşımak istiyorlar. Aslında bu onların da zararına. Otobüs firmaları yaptıkları işin insani olmadığına; modernlikle, akılcılıkla bir ilgisinin bulunmadığına kesinlikle inanmıyorlar.

 

Banliyö treni ferah, konforlu ve ucuz.

 

 

Vargolas yüz yıl önce , Ayvalık’a tren gelecek diye otel yaptırıyor. Abdülhamit’e yalakalık olsun diye de Hamidiye Camii’ni.

Tren gelmiyor Ayvalık’a. Otel hastane yapılıyor, şimdiki vergi dairesi. Hamidiye Camii de, Sakarya Camii oluyor.

 

 

Aliğa-Ayvalık arasında böyle bir trafik er ya da geç oluşacak. Burada otobüs firmalarının “fiyat vermeme” fırsatçılığını yerel yöneticilerin ele almaları gerekiyor.

Ama nerde öyle yöneticiler?

Hatırlarsınız, Ayvalık Belediye Meclisi toplantılarından birisinde şimdiki Belediye Başkanı ve Şimdiki milletvekili adayı olan kişiler, tren yolunun Ayvalık için “ütopya” olduğunu söylüyorlardı.

 

Onların bunu görmeleri için trenin Vargolas Otel’in önünden geçmesi lazım herhalde.

 

 

Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda yeni dönem -Fikret Başkaya


25 Şubat 2011 – Fikret Başkaya

Bu sefer rüzgâr ‘yeryüzünün efendileri’ tarafından değil de ‘yeryüzünün lânetlileri’ tarafından esiyor. Batı’dan değil de Doğu’dan esiyor. Kuzeyden değil de Güneyden esiyor. Ufukta, artık bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının emareleri beliriyor. Tunus’tan Mısır’a, tüm Arap dünyasını ve Ortadoğu’yu saran ateşin alevi, insanlığın ufkunu aydınlatıyor. Nil Devrimi, Batılı efendilere ve dünyaya onların gözüyle bakan diğerlerine hiç de beklemedikleri, alışık olmadıkları bir ders veriyor. Beş yüz yıllık burjuva saltanatının sonunun başlangıcını ilân ediyor. Tam bir bilgelik, olgunluk, vakar ve erdemle… Velhasıl insan onurunun ne demek olduğunu ve halk ayağa kalktığında nelere kâdir olduğunu, tarihin gerçek öznesinin kim olduğunu, bir defa daha dosta düşmana gösteriyor…

Mısırın emekçileri, sıradan insanları dalga dalga Tahrir Meydanı’na akarken ve halk Mısırın her yerinde komprador otokrasiye karşı ayaklandığında, her şeyin kendilerinden menkul olduğunu, dünyanın gerçekliğini ceplerinde taşıdığını sanan çokbilmiş akl-ı evvellerin ilk akıllarına gelen: “Acaba bu kalkışmanın arkasında kim var?” sorusu oldu… Öyle ya, Mısır halkı ve hiç bir halk kendiliğinden hiçbir şey yapmaya ehil olmadığına göre… Acaba bir ‘yumuşak geçiş’ için ABD ve müttefikleri mi ‘düğmeye basmıştı? Bu, ‘Büyük Ortadoğu Projesini’ kotarmaya yönelik bir ABD manipülasyonu muydu? Bu isyanın sonunda ‘İslamcı fanatikler’ mi aracın direksiyonuna geçecekti? Kendilerini ‘dünyanın merkezi’ olarak görmeye alışık efendiler cephesi başka türlü düşünebilir miydi? Soldan gelen tepkiler ve değerlendirmeler de bir başka tuhaftı. Yok efendim hareket bir liderlikten yoksunmuş

, yok işte ‘ne değişmiş’, ‘her şey yerli yerinde duruyormuş’, üretim araçlarının mülkiyeti el değiştirmemişmiş… Tabii devrimi öncülerin, şeflerin, ‘profesyonel’ devrimcilerin ve sadece onların yapabileceğini sananların bu tür itirazları anlaşılır bir şeydir… Lâkin bu dünyada hiç bir devrim şeflerin ve profesyonellerin eseri olmamıştır ve olması da asla mümkün değildir. Eğer devrimi şefler, öncüler, liderler, “bu işin” ‘profesyonelleri’ yaparsa, ona devrim denmez, denmemesi gerekir. Çünkü devrimi sadece halk yapar da ondan… O halde üç şey: Birincisi, devrimi halk, yani sıradan insanlar yapar; ikincisi, devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez; ve üçüncüsü de, hiçbir devrim bir diğerine benzemez, her devrim ‘tektir’ ve başka türlü olamaz…

Sonlar ve başlangıçlar
Arap Dünyasını saran isyanlar, kalkışmalar, egemen söylemin ısrarla ileri sürdüğü gibi sadece bölgedeki komprador otokrasilere, diktatörlüklere yönelik itirazdan ibaret değil ve birçok şeyin de sonu demeye geliyor. Birincisi, bu devrim dalgası geride kalan yüzyıllarda kolonyalist/emperyalist Batı’da Arap Dünyasına ve ‘Doğu halklarına’ dair uydurulmuş ‘Araplar adam olmaz’, ‘kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar…’ türü, ırkçı, Avrupamerkezli, kültüralist ön yargıların teşhir edilip, çöp sepetine atıldığı anlamına geliyor; ikincisi, burjuva uygarlığında mündemiç [içkin] ikiyüzlülüğü teşhir ediyor. Emperyalist devletler halk ayaklanıp, duruma müdahale etmediği dönemde ‘dost’ deyip yere göğe sığdıramadıkları ‘dost liderlerin’ birden ‘diktatör’ olduklarını keşfediyorlar… Halk sokağa çıkmadan önce ‘dost’ olan liderler, halk sokağa çıkınca ve birden iflah olmaz ‘diktatörlere’ dönüşüyor. Tabii dillerinden hiç düşmeyen “istikrar” denilenin kimin için ne anlama geldiği de bu vesileyle netleşmiş olmalıdır…

Bu devrimler, sadece halk düşmanı komprador oligarşilerin değil, emperyalizm tarafından son dönemde araçlaştırılan ‘medeniyetler çatışması’ söyleminin [aslında safsatası demek daha uygun] de teşhir edilmesi demek. Belki de hepsinden önemlisi bu devrimlerin, ta baştan ve oldum olası kolonyalizm/emperyalizm tarafından peydahlanıp, ‘araçlaştırılan’ Politik İslam’ın iflasını da ilan etmiş olmasıdır. Oysa tam tersini dünyanın her yerindeki insanları inandırma çabası söz konusudur. Bir başka son da Petro-dolarlar sayesinde emperyalizm [ABD] güdümünde gerici ideolojik hegemonya peşindeki Suudi Arabistan’ın da etkinliğinin sonuna gelindiğini gösteriyor. Söz konusu hareketlerin açığa çıkardığı bir şey de, “milli ordu” denilenin ne menem şeyler olduğu, ne kadar “milli’ oldukları ve neye yaradığına dair soruları gündeme getirme potansiyelidir. Esas itibariyle eğer halk düşmanı bir rejim söz konusuysa, öyle bir rejimin ordusu “kimin ordusudur?” Elbette istisnalar olabilir ama sınıf orduları adı üstünde sınıf ordusudur ve ‘kendi halkına karşıdırlar’… Sadece emperyalist ülkelerin ordularının dışa karşı ‘etkin kullanımı’ söz konusudur… Gerçek öyledir ama söylem farklıdır. Şimdilerde Üçüncü Dünya veya Güney denilen ülkelerdeki ordular, sadece ve sadece ‘içe karşı’ kullanılmak üzere beslenip/donatılıyorlar ama içe karşı bile ‘etkili’ olmaları da ancak halk sokağa çıkmadığı zamanda mümkündür. Halk sokağa çıktığında kağıttan kaplan olduklarının anlaşılması için fazla zaman gerekmiyor… Durum böyledir ama ekseri ordular, söz konusu ülkenin ‘en güvenilir kurumu’ olarak sunulur… Elbette yalan uydurmanın bir sınırı yok…

O halde Arap Dünyasını saran devrim dalgasının tarihsel anlamı nedir sorusu dahilinde bazı tespitler yapabiliriz. Bir kere söz konusu dalga, geçen yüzyılın ilk yarısındakine benzer bir kaç on yıl sürecek bir döneme girildiğinin habercisi. Elbette benzerlik özdeşlik anlamında değildir. XXI’inci yüzyılın başındaki hareketler, geride kalan yüzyılın ilk yarısındakinden farklı olarak, sadece anti-kolonyalist hareketler değil, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebinin ön plana çıktığı özgürleştirici [emansipatris] hareketler ki, açılan yolun uzun vadede sosyalist/komünist perspektif demek olan yolun başlangıcı olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Elbette kavramın jenerik anlamındaki komünizmden söz ediyoruz. Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik ve demokrasi talebiyle sahneye çıkan hareketlerin ‘olağan doğrultusu’, kavramın jenerik anlamında bölüşümcü, paylaşımcı, kardeşliği ve dayanışmayı esas alan doğal çevreye saygılı, komüncü bir toplum perspektifi demektir. Ekseri ideoloji üretim merkezlerinden ve medya tarafından yayılanın aksine söz konusu hareketler tam bir sirk oyunu olan “Batı Demokrasisi” talebiyle sokağa çıkmış değiller. Aynı şekilde sadece maddi refah artışı da talep etmiyorlar. İnsanlar demokrasiden değil, Yeni Mısır’dan, gerçek Mısır halkından, kurucu meclisten, gerçek değişimden söz ediyorlar… Orada söz konusu olan asla emperyalist ülkeleri örnek almak, onlara benzemek, onlara özenmek değil. Yiğit Mısır halkı haysiyet mücadelesi verdiğinin bilincinde… Aynı şey Tunus için de geçerli. Nitekim, Tahrir Meydanında bir genç Mısırlı: “Bu gün 25 Ocak’tan itibaren ülkemin işlerini elime alıyorum” diyordu… Bir genç Tunuslu da: “Biz, işçi ve köylü çocukları zalimlerden daha güçlüyüz” diyordu… Bu iki gencin söylediklerinin anlamı şu: Evrensel tarihi ancak ve sadece halk yaratabilir… Mısırda olup-bitenlere burun kıvıranların bilmedikleri, bilmek ve anlamak istemedikleri bir şey de, devrim anlarının nasıl radikal bir ‘bilinç sıçramasına’ neden olduğudur: Mısırlı bir gösterici: “Daha önce ben televizyona bakıyordum, şimdi televizyon bana bakıyor” derken, herhalde nelerin nasıl değiştiğini, artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığını anlatmak istiyordu… Bir aydan az zamanda Tahrir Meydanı’nda yeni bir yaşam biçiminin doğması, halkın demokratik yöntemleri nasıl içselleştirebildiğinin, sorunları çözme yeteneğini nasıl ortaya koyduğunun tipik bir örneği değil mi? İnsanların, ‘ortak kaderlerini ortakça kurmak için’ mutlaka önceden bir partiye, hareket üzerinde hegemonya kuracak bir örgüte ve yöneticilere, vb. ihtiyaç olamadan da bir şeyleri başarabildiklerini söylemek mümkündür.

Mısır emekçilerinin, sıradan Mısırlı kadınların, erkeklerin, gençlerin bize öğrettiği şu: Bir zaman geliyor insanlar korkuyu yeniyor ve o kritik eşik aşıldığında artık kaybetmek diye bir şey yoktur… Mısır halkının mesajı şöyleydi: ne savaş istiyoruz ne de savaştan korkuyoruz… Elbette yüzlercesi bir amaç ve ideal için hayatlarını kaybettiler ama başka türlü olması mümkün değildir? Bu insanlar Batı gibi olmak için mi, ‘Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak için mi’ hayatlarından oldular?

Sevsinler ‘Türkiye modelinizi…’
Şimdilerde Türkiye’nin egemenleri, diplomalı taife ve bir kısım medya akıllısı, yeni bir misyon keşfetmiş görünüyorlar. Arap halkları için en uygun modelin Türkiye olduğunu söylüyorlar… Cumhurbaşkanının ve başbakanın uçağından inmeyen bir ünlü gazeteci, sorunun cevabını bulmuş, diyor ki: Arap Dünyası ve Bir bütün olarak Ortadoğu’nun Müslüman halkları için en uygun model Türkiye’dir. Eğer Türkiye modelini benimsemezlerle geriye El Kaide modeli kalıyormuş… Şu dünyanın haline bir bakın… Ne kadar da dar bir alana sıkışmış… Demek ki, ya Türkiye modeli ya da El Kaide… Başka seçenek yok! Neden? Çünkü Türkiye Müslümanlıkla laikliği ‘bağdaşlaştırmayı’ başarmış ‘tek İslam ülkesiymiş de ondan… Türkiye ‘Ilımlı İslam’ın timsâliymiş… Herhalde böyle şeyler söyleyebilmek için iktidarın sofrasından kalkmamak, ‘bağımsız’, ‘liberal gazeteci’ olmak gerekiyor, kim bilir… Velhasıl Müslüman Araplar için Türkiye’den daha iyi bir model yok diyorlar… Eğer siz Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Libyalı, Yemenli, vb. olsaydınız Türkiye’nin yarı-otokratik komprador rejimini örnek alır mıydınız? Türkiye tipik bir faili meçhul cinayetler cumhuriyeti olduğu için mi böyle bir tercih yapardınız? Bizim ülkenin mektepli taifesinin her duyduğuna inanmak gibi iflah olmaz bir zaafı var. Cunta anayasasının dibacesindeki ikinci madde de yazılanı ‘gerçek’ sanıyorlar ve maddenin sonu şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti… demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Cunta anayasasına cuntacı generaller böyle yazdıysa herhalde bir bildikleri vardır diye düşünüyor olmalılar… Bir de herhalde ‘demokrasiden en iyi cuntacı generaller anlar’ diye düşünüyorlardır… kim bilir… Türkiye Cumhuriyeti elbette bir hukuk devletidir zira her devlet hukuk devletidir ve hukuku olmayan bir devlet mümkün değildir ve olamaz… Öyle bir hukuk devleti ki, geçerli hukuka uygun olarak binlerce insan faili meçhul denilen, hukuka ve yasalara uygun olarak gerçekleştirilen cinayetlerle ortadan kaldırılabiliyor… Demokrasiyi seçim ve temsil oyunundan ibaret bir şey sayıyorsanız o zaman Türkiye demokratiktir de, sosyalliğine gelince, neoliberalizmin fanatik versiyonunun uygulandığı bir ülkede ‘sosyalin’ hâlâ bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Aslında farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu kendini beğenmişlerin, Arap halklarına hakaret ettikleri kesin. Oysa Arapların Türkiye modeline ihtiyaçları yok ve asla olamaz ve olmamalıdır ama Türkiye’nin başka bir modele ihtiyacı olduğu kesin…

Yalnızca otomobillerin köprüsü

Ahnet Tüfekçi bu köprü için “Türkiye’nin ilk boğaz köprüsü” diye yazdırmış yandaki levhaya. Gelen geçen

buy kamagra

, bakıp alay ediyor bununla. Bundan daha önemlisi var. TEDAŞ, kabloları yer altına alırken, köprünün iki yanındaki kaldırımların altına yerleştirdi kabloları. Eh ayrıca belediyenin şebeke boruları da aynı kolaycılıkla kaldırımdan geçirilince bu manzara ortaya çıkıyor. Ucuza geliyor çünkü, köprünün altından geçirmek için zahmet etmiyorlar.

Yürüyerek sağdan geçmek zor, çünkü kaldırım yükselince korkuluğun bir anlamı kalmamış. Sol tarafta ise büyük bir rödar ağzı var görüldüğü üzere. Otomobiller bencil ve insafsız, kapitalizmin ta kendisi. Yaya olarak ya da bisikletle buradan geçerken sıkıştırıyorlar.

Ayrıca sol taraftaki TEDAŞ’a ait borular yer yer ortaya çıkmış. TEDAŞ, olası bir ölüm karşısında sorumluluktan kurtulmak için her iki tarafa da “Ölüm tehlikesi” ibareli levhalar dikmiş.

Hasılı köprüyü yalnızca otomobilleri olanlar geçebilecek, yani parası olanlar geçebilecek.

Bana kalsa köprüyü kaldırıp dubayı tekrar çalıştırırım, ama bana kalmıyor tabii.

Burada yaşanacak ölümlerin sorumlusu, elbette TEDAŞ, Belediye ve kapitalizmdir.