Mihenk Taşı Bildim Seni Yaşadığıma

İki dağ; arada Ege denizi, adacıklar. İki ada; Cunda ve Midilli;binlerce yıldır bakışıyorlar. İki dağ; ikisi de süslenip püslenmiş; düşman çatlatıyorlar. Midilli’den bize doğru bakan dağ, başına duvağını geçirmiş; karşısında Kaz dağları; o da aşağı kalmamış tabii, duvağı başında, zülüfleri Ege denizinde. İkisi de her sabah saçlarını tarıyor suyun aksinde. Bu dağlar her kış böyle gelin oluyor da düğünleri ne zaman? Düğünleri baharda.


Mevsim bahara dönüp, düğün hazırlıkları başladığında, iki nazlı gelin duvağını yavaş yavaş sıyırır eteklerine. Zülüfleri duvağıyla birlikte, ağır ağır süzülür Ege’ye. Sıradağ olup omuz omuza yaşamak ta vardı ama, böyle göz göze bir hasretin de aşkla yakın bir ilişkisi var. Dağların yaşamadığını düşünürüz bir de, ne de olsa taş işte; hele sen bir mayıs günü açılıp saçılmış, her türlü renge bürünmüş o eteklerinde bir dolaş ta… Gör ki nasıl konukseverdirler, nasıl da dile gelirler. Yine de ketum bir tarafları vardır; pek tabii ki dağ demişiz onlara; ser verirler sır vermezler; yamacında kurulan uygarlıklara, isyan eden eşkıyaya, gelip geçen onca insana, hayvana, bitkiye tanıktırlar da, sormadan da söylemezler. Soracak olursan da anlatırlar elbet…
İki dağın da bir ortak yanı vardır, Ege denizini saymazsak. Hem o Ege denizi ki Kaz dağlarından aldığı selamı poyrazla öyle bir götürür ki Midilli kıyılarına; yanıtı lodostan gelir. Lodos yağmur demektir; her yağmurda körfeze bir aşk, bir özlem, bir türkü dökülüverir. Bir ortak yanı da vardır ki Ege’den başka, o da aynı uzak sevdayı daha yakından yaşayan iki düş, iki kara parçası, iki türkü, iki su damlası, iki serçe yüreği, iki nazlı kız, iki bıçkın delikanlı; Ayvalık ve Cunda.
Varsayalım ki bugün Ayvalık’ta yağmur yağıyor. Gümbür gümbür bir gökyüzü, hırçın bir deniz, denize biat eden tekneler; hani bu Ayvalık o Ayvalık mı diyesi olsun insanın… Macaron’dan başlıyorum adımlamaya; delilik işte. Eve geç kalmış bir çocuğun sırılsıklam telaşıyla rastlaşıyoruz bir köşede; onu tanıyorum. Dönüp çocukluğuma bakıyorum, dizlerimde aynı kabuk bağlamış yaralar, akşam ezanında eve az mı geç kalan, az mı azar yiyen, bilyelerini yatağın altına az mı gizleyen o aynı çocukluk. Bir çocuk eğer Ayvalık’ta çocuksa, eve erken dönmemeli; gidip top peşinde koşturmalı, uçurtma uçurmalı, terlemeli, azar olasılığına karşın direnmeli bilyelerin peşinde. Bizim olan o tepelerden soluk soluğa süzülmeli mahallesine; yoksa bu tepeler, bu deniz, bu sokaklar, bu omuz omuza evler, bu gürül gürül güneş ne için var?
Sakarya’ya doğru birden bire bahar bastı ortalığı. Bahar da böyle birdenbire gelmezdi ya; geldi işte. Çatılardan süzülen yağmur damlalarının daracık arnavut kaldırımlarında hızla eriyişiyle, güzel bir türküyü daha bağrına bastırdı sokaklar. Bu kadar yağmur yağdı ama suyun sesini bir sokak çeşmesinden dinlemenin güzelliği bir başka; elimi sarımsak taşlarından kaidesine dayıyorum çeşmenin; ellerimde yüz yıllık bir sıcaklık; belki Rumca, belki de Türkçe bir sıcaklık bu. Su içmek değil ki derdim; suyu dinlemek. O konuştukça içlenmesi bütün sokakların; hele ki her evde bir musluğun akmadığı o günlerde ne kadar da saygı görürdü insanlardan… Birer birer yitip giden o çeşmelerin buruk öyküsü, bir insanın acısından daha mı az?
Yağmur zamanı bir adanın kuytusuna sığınan tekneler şimdi dönüyorlar. Babaları işten eve dönen çocukların heyecanı gibi, martılar doluşuyorlar peşlerine. Denizin üzeri yağmur yorgunu martılarla dolu; tavuk adasına kadar sıralanmışlar, yanlarında belirip kaybolan karabataklarla, güneşin tadına varıyorlar.
Karşıya gitmeli; Cunda’ya. Kimine göre Cunda, kimine göre Alibey; adanın bende bıraktığı imgeye gidiyorum; adı ne olursa olsun. İskeleye adımımı atıyorum; buyur ediyor. İnsanın ya dostu ya da annesi ‘Karnın aç mı?’ diye sorarmış; ‘Karnın aç mı ?’ diye soruyor, ‘Hayır’ diyorum, ‘Ama bir fincan kahveni içerim’…
Aynalar… Aynalar ki aksimiz mi yoksa görmek istediğimiz mi? Yüksek tavanlarda yuvalamış kırlangıçlar, Taşkahve’ye gelen herkese ‘Hoş geldin’ diyorlar. Bu dünyada yuva yapmak için; evini, yavrusunu, insanlara ‘güven’ duyarak, bir arada yaşamanın seçildiği kaç mekan kaldı ki?
Biliyorum, yukarıdan şöyle bir baksak, upuzun saçlarını denize doğru tarıyor gibidir Cunda’nın sokakları. Burada kim yolunu kaybeder ki? Denize doğru akacaksın. Saçlarından okşamaya bir başlayacaksın ki; kıyıdasın. ‘Mis kokulu ada’ dedikten sonra yapmış olmalılar bu sokakları; önce değirmenler dizilmiş olmalı en tepeye, öyle rüzgar ziyan olmasın diye değil; sırtını dayadığı Pateriça’dan aldığı mis gibi bahar kokularını, evlerin kapılarını çalarak, camları tıklayarak, sofalara dolarak, merdivenlere sarılarak, yağ gibi süzülsün diye sulara…
İki dağ birbirlerine nasıl bakıyorlarsa, onlar da birbirlerine bakıyor. Konuşacak olsalar, rüzgar ve martılar; haber uçurucular. Her gün bir ‘şükür’ gibi bitiyor sanki. Duymuşlar ki kimi uzak, kimi de yakın başka yerlerde yokmuş böyle şeyler. Aşk yokmuş şimdilerde; önceden varmış ama, şimdi yokmuş. Yağmur yağarmış oralara da ama böyle bir türkü gibi düşmezmiş sokaklara. Rüzgar da esermiş elbet; mis gibi kokmazmış ama sokaklar. Akşam da olurmuş, olmaz mı hiç ! Diyorlar ki bir başka kavuşuyor güneş; oysa her bir ev, ayrı bir kızıllığa bürünüyor burada; akşamın farkına varmayan olmaz Ayvalık’ta ama, başka yerlerde böyle değilmiş. Sanki şöyle diyesiymiş güneş: ‘Siz gelin bir de burada görün akşamı!’…
Kuşlar insanlara böyle yakın durmazmış başka yerlerde, yaz geceleri mahalleli kapılarda çay demlemezmiş. Kediler yokmuş, martılar yokmuş. Karabataklar bir görünüp bir kaybolmazmış; bu cilveyi hiç yapmazlarmış. Tepeleri çam kokmazmış, tepelerinde zeytin yokmuş. İşte buralar hem yakınmış hem de uzak.
Şöyle seslendi Cunda: ‘Neye yarar saçlarım mis kokmadıktan sonra ? Sana iyot kokusuyla ellerimi sunacağım!’.
Şöyle söyledi Ayvalık: ‘Sen iyiliğinden haber ver, yerli yerinde mi güzelliğin ?’
Dağlar da tekrarladı bunu; deniz de; biz de….

TURGUT BAYGIN

“Mihenk Taşı Bildim Seni Yaşadığıma” üzerine 3 yorum

  1. Dostum, yüreğine eline hepsinden önemlisi, düşüncelerine sağlık. Daha güzel nasıl işlenebilirdi ki bu konu, iyiki varsın. Her yerim diken diken okudum yazını. Derdi su içmek değilde sadece suyun sesini dinemek isteyenlerin katılacağı bir EGE düğününde buluşmak üzere.

  2. Bu güzel yazını yeniden okuma da varmış…
    Hep aynı istekle , beğenerek.
    Sen şiiri bırakma, düz yazıdan vaz geç diyenlere inanma. Zaten bu yazı da şiir sayılır.

MURAT EKİNAK için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir